Yoğun bir iş temposu ve kariyer planlama konuşmalarıyla dolu yorucu bir günün ardından soluğu, Taksim´de almaktan daha güzel ne olabilir ki 🙂 6 Nisan 2011 Çarşamba akşamı saat 21:30´da Fitaş Beyoğlu´nda gösterime girecek olan Küçük Beyaz Yalanlar için tamamiyle hazır bir şekilde, İstiklal caddesi´nde keyifli keyifli yürürken dikkatimi çeken birşeyle abartısız şoke oldum. Ne zaman olmuştu da koskocaman, ışıltılı bir alışveriş merkezi olarak bu bina hayata geçivermişti. Daha da ötesi bunun yerinde önceden ne vardı sorusunun cevabını bulmaya çalışırken bir anda merakla kendimi alışveriş merkezinin içinde buldum. Daha önceki yazımda bahsettiğim Emek sineması´nda film izleme imkanımızı sona erdiren nedenlerden biriydi bu Demirören Alışveriş Merkezi… Binanın dış görüntüsünü beğendiğimi itiraf etmeden geçemeyeceğim, İstiklal´e ayrı bir hava kattığı kesin ama keşke tarihi de koruyabilseydik….
Bu şokun ardından rotamı yeniden Fitaş´a çevirdim ve filmi izlemek üzere ‘düz’ salonumuzda 3. sıradaki koltuğuma yerleştim 🙂 10 dakikalık bir gecikmenin ardından, Fransız yapımı, Guillaume Canet´in yönetmenliğini yaptığı ve başrollerinde Edith Piaf´ı canlandıran Marion Cotillard´ın yer aldığı film başlamıştı. İlk sahnelerin beni etkilediğini söyleyebilirim özellikle havaların ısınmasını heyecanla bekleyen bir Vespa kullanıcısı olarak… Filmin başında adam, sabahın erken saatlerinde eğlence mekanından ayrılır, kaskını takar, motoruna biner, ve yaklaşık 3-4 dakikalık bir sürede sanki siz de motorun üzerindeymişsiniz hissi verecek bir çekimle – ya da 3. sırada olmanın verdiği etkinin sonucu ile 🙂 – yolda gider ve bir anda bir kamyonun motora çarpmasının ardından da kendinizi hastane´de adamı ziyaret eden arkadaşlarının yer aldığı sahnede bulursunuz. Kaza geçiren adam, ölmemiştir, ancak kazanın verdiği tahribat çok ağırdır, yoğun bakımda kalacaktır. Ziyaretine çok fazla izin verilmeyeceği
için arkadaşları, normalde planladıkları tatile, 1 saat uzaklıkta olacakları ve ani bir durum sözkonusu olduğunda yetişebilecekleri düşüncesiyle oradan ayrılırlar. Ve sonrasında, ilişki, arkadaşlık, dostluk, sadakat, biseksüellik, aldatma gibi konuların işlendiği bazı sahnelerde kahkaha ile güldüğünüz bazı sahnelerde ise boğazınızda yumru olmuşcasına ağladığınız izlenesi bir film kesinlikle. Film´de seçilen müzikler çok başarılı, Ben Harper, Damien Rice ve Antony and the Johnsons´dan seçilen şarkılardan oluşan bir soundtack albümü çıkar piyasaya umarım. Bir sahnede çalan şarkı özellikle hoşuma gitti, eğer filmi izleme fırsatı bulamazsanız, Yodelice´in yorumuyla ‘Talk to me’ isimli şarkıyı dinlemenizi tavsiye ederim.
http://www.youtube.com/watch?v=0cvM-CeBct8
Film´de bir diyalog sırasında anlatılan ve pozitif düşüncenin gücünü vurgulan hikayeyi, çok akılda kalıcı olması sebebiyle sizinle de paylaşmak istiyorum. Japon bir araştırmacı olan Masaru Emoto, yapmış olduğu bir deneyde, pişmiş pirinci iki ayrı kavanoza koyar, kavanozların yanından geçerken bir tanesine, onu ne kadar sevdiğini, değerli bulduğunu, diğer kavanoza ise hiç sevmediğini, ne kadar çirkin ve yararsız olduğunu söyler. 30 günün sonunda farkedilir ki kötü sözlere maruz kalan pirinç çürümüştür, ama sevgi gören kavanozda hiçbir değişiklik olmamıştır.
Bu hikayeyi de özümseyerek, festivalin 2. filmine, her ne kadar üzücü bir sonla da olsa son veriyorum ve evime doğru yol alıyorum…